Varoluşçu Psikoterapiler
İnsan beyninin çalışma prensipleri ile ilgili son yıllarda ilginç çalışmalar
var. Beyin yarım kürelerinin fonksiyonları üzerine araştırmalar yapan bilim
adamları bir takım ciddi sonuçlara uluşmışlardır. Bu çalışmalara göre insan
beyin yarım küreleri farklı fonksiyonlara sahiptir. Sağ beyin sentezci,
hayalci, keşfeden, yaratan ve sanatçı özelliklere haiz iken, sol beyin
analizci,parçacı, mantıklı düşünen, matematiksel bakan, determinal bağlara
sıkı sıkıya bağlı ve dilin yapılanmasını sağlayan bölümdür.
Yukarıdaki cümlelerimin konu ile bağlantısı olmadığını düşünen okuyucular
olabilir. Gestalt psikolojisini mikst beyin yapısının bir ürünü görüp diğer
psikoloji ve terapilere bakacak olursak hep sol beyin fonksiyonları
açısından insanları inceliyorlar gibi. Ancak varoluşçu psikoterapi yaklaşımı
diğer tüm yöntemlerin karşısına farklı bir kimlikle çıkıyor ve hepsini
reddediyor.
Prof. Dr. Özcan Köknel Varoluşçu Ruhbilim yaklaşımı hakkında güzel bir özet
yaparak şunları söylemektedir.”Varoluşçuluğu oluşturan düşünce akımları 19.
yy. ortalarında başlamıştır. Gizemci düşünür Kierkegaard’ın (1813-1885)
gizemsel düşüncelerinden yararlanan Heidegger (1889-1976), insanın kendi
varlığının kendisi tarafından yaratıldığını ileri sürerek bu öğretiyi ortaya
atmıştır.
Varoluşçuluk öğretisi, insanın kişisel anlamını değerlendirmesini, yaşama
sürecinde kendi yolunu seçmesini, düşman ve amaçsız bir evrenin doğurduğu,
kişiliğin yitirilmesi tehlikesine karşı, insanın kendi özgür istemiyle
direnmesi gerektiğini savunur.
Gabriel Marcel7in (1889-1973) öncülüğünde Tanrıcı varoluşculuk; Jean Paul
Sartre’in (1905-1980) öncülüğünde Tanrısız varoluşculuk adını alarak iki
ayrı akım olarak kısa bir süre içinde gelişmiş ve yayılmıştır.
19. ve20. yy.’da, Varoluşçu Ruhbilime katkısı olan ilk ruhbilimci olarak
Franz Brentano (1838-1917) gelir. Brentano, bilinç alanında ancak duyu
organlarıyla algılanabilen süreçler üzerinde durarak, aynı zamanda görüngüye
(fenomen) dayanan öğretiyi de kurmuştur.
Husserl (1859-1938) bu öğretiyi geliştirmiş, varoluşçu çözümlemeyi getirmiş
ve Freud’un yapısal kuramını kabul ederek hastalara yaklaşımda kullanmıştır.
Bunları, Ludwig Binswanger (1881-1966), Karl Jaspers, Eugen Minkowski,
Medard Boss,Erwin Strauss, Antonia Wenkart izlemiştir. Bu bilim adamları
varoluşçu öğretinin ruhbilim ve ruh hastalığının tedavisinde kullanılan
yöntemler içinde yer alıp gelişmesine öncülük eden görüngücülük öğretisinin
de kurucuları olmuşlardır.
Varoluşçuluk öğretsine göre, evrende kendi varlığını kendisi yaratan tek
varlık insandır. İnsandan başka tüm varlıklar, varoluşlarından önce
yapılmışlar, biçimlenmişler, nitelik kazanmışlardır. insan kendini nasıl
yapar, varlar ve değerlendirirse insan odur. Yaşama anlam veren insanın
kendisidir. İnsan kendini varladığı için özgür ve sorumlu olmak zorundadır.
Bu sorumluluk nedeniyle bunalım, sıkıntı, kaygı duyar. Varolma
sorumluluğundan doğan bu kaygı ve sıkıntı, insanın temel davranış ve eylem
gücünü oluşturur.
Görüldüğü gibi, Varoluşçuluk, enesnel varlığı insana, insanı kişisel
varlığa, kişisel varlığı da düşünceye bağlayarak idealizme varmaktadır.”
(Köknel s:29-30, 1984)
Varoluşçulara göre insan davranışları doğadaki diğer fiziksel olaylar gibi
değerlendirilemez, incelenemez, kategorilere ayrıştırılamaz. Aİnsan
davranışları bu bağlamda açıklanamaz, ancak anlaşılabilir. İnsan
davranışlarının anlaşılabilmesi için veya insanın bütüncül olarak
anlaşılabilmesi için tüm yargılardan ve ön fikirlerden uzak olmak gerekir.
İnsan mekanik bir aygıt olmadığından onun davranışlarını bir takım gruplara
ayırmak, sistematize etmek , şablonlaştırmak insanı anlamak değil , tam
tersine onun anlaşılmasını zorlaştıran temel faktördür. Hele hele bir takım
hastalık isimleri altında insanları birer kemiyet gibi değerlendirmek,
bilgisayar proğramlarına kodlamak, sistematize etmek insana yapılacak en
büyük ihanetlerden biridir.
İşte varoluşçu felsefeden yola çıkan bilim adamları insanı anlamak için
toptan psikiyatriyi reddeden antipsikiyatri anlayışlarına da kaynaklık
etmişlerdir. belki de insana insanca bir yaklaşım tarzını varoluşçu
terapilerde bulmak mümkündür. İnsanın gerçekten insan olarak
değerlendirildiği hasta ile hekimin eşit şartlarda gerçeği aradığı anlayış
ve yaklaşım tarzı sadece varoluşçu tedavilerde mümkündür. Bu kadar
müsamahalı ve geniş bir yaklaşım tarzını ihtiva etmesi nedeni ile uygulamada
geniş bir yelpazenin varlığıda otamatikman ortaya çıkmaktadır.
Bu tedavi proğramında kişi hekimi ile eşit şartlar altında kendini anlamaya
çalışır, patoloji olarak görülen bozuklukları anlamaya hayatını anlamlı
kılmaya ve aktif bir üretkenliğe dönmeye çalışır.
Varoluşçu psikoterapistler arasından Victor Frankl’ın görüşlerine ve
eklektik tarzına bakmakta yarar vardır. Ona göre;” Ego’yu tedavi etmek amacı
ile O, eklektisizme yönelerek hipnoz, davranış tedavisi, ilaç tedavisi, ve
gevşeme egzersizlerini bir arada kullanmaya kadar işi ileri götürmüştür.
Buna kendi yarattığı Logoterapi adlı yöntemi de eklemiştir. Bu yöntemin
temel hedefi hastada az ya da çok miktarda kaybolmuş olan egonun temel
gücünü, yani iradeyi geliştirmektir. Frankl’a göre yaşamında artık anlam
göremeyen bir kişi hastalanır, çünkü insan anlam yokluğunda varolamaz.
Logoterapide anlama ve özneye saygı şu yönlerde ortaya çıkar. Varoluştaki
kişisel amaç ve değerlerin keşfedilmesine engel oluşturan şeylerin analizi
zorunlu olarak anlama çabasını ve öznelliğe saygıyı gerektirir. Ama
logoterapi aynı zamanda iradeyi ve sorumluluk duygusunu uyandırmaya ve
desteklemeye yönelik teknikleri de içerir” (Güleç,s:111,1993)
Her hasta farklıdır. Semptomların ifadesinde kullanılan dil her hasta için
farklıdır. Hastaların ifadeleri ancak kendi içsel ve dışsal dinamikleri ile
birleştirildiğinde anlam kazanır. Hastanın ruhunu anlamadan yapılan yaklaşım
tkarzları her zaman hatalıdır ve kişiyi yanlışsonuçlara götürür. Hastaya
gerçekten yardımcı olmak istiyorsak tüm şahsi düşüncelerimizi bir tarfa
bırakarak hasta gibi hissetme , onunla beraber düşünmek zorundayız. Hasta
ile olan ilişkilerimizde , hastanın geçmişine kilitlenme deği , geçmişten
günümüze intikal eden şu andaki sorunlara yoğunlaşmak gerekir. Geçmiş şu
anda hastayı etkiliyorsa önemlidir.
Her hekim az veya çok varoluşçu bir yaklaşım tarzını benimsemek zorundadır.
Hastaların kendi dünyalarında bağımsız ve özgür bir fert olduğunu
kavrayamayan , insan olarak onlara gerçekten değer veremeyen hiç bir
yaklaşım tarzının fazla yararlı olammayacağı kanatindeyim.