December 13, 2024

Beynin Ruhsal Bileşenleri

1. Algılama
Beynin normal çalışabilmesi için en temelde bulunması gereken yapı algılamanın doğru ve düzenli olmasıdır. Algılama nedir? Algılama, beynin dışındaki dünyanın, reseptörler vasıtasıyla beyne aksettirilmesidir. Beynimizi kapalı bir kutu olarak düşünürsek bu kapalı kutuda dışarıya bakabileceğimiz beş pencere bulunmaktadır. Bu pencereler dışarının ne olduğu ile ilgili olarak içeriye bilgi vermektedir. Pencereden birisi ışık ve renkleri tarayan göz penceresidir. Bu pencereden dış dünyanın görsel imajı hakkında bilgi edinebiliriz. Bu bilgi sınırlı bir bilgidir. Görme organımız olan göz belirli spektrumdaki ışıkların yansıması ile ilgili olarak bir algılama yapabilir. Belirli bir değer düzeyinde olan ışığı görebilir. Bu sınırlılıkların ötesinde algı yapması mümkün değildir. Bu nedenle dış dünya görebildiğimiz oranda vardır. Göremediğimiz oranda ise zihnen yoktur. Görmediğimiz yıldız yok kabul edilir. Görmediğimiz mikro-organizma XE “mikro-organizma” değerlendirmeye alınmaz. Bunları algılayabilmek için ek görme araçlarına ihtiyaç duyarız. Görme siniri ve göz normal çalışıyorsa görme algısında hiçbir problem olmaz. Bilgi direkt olarak beyne ulaşır. Pencerelerin ikincisi sesleri algılayan kulak penceresidir. Bu pencereden dış dünyadaki belirli frekans ve amplitüd değerlerine sahip sesler algılanmaktadır. Dışardan gelen sesler tasnif edilmekte belirli elektriksel stimuluslar halinde beyne ulaşmaktadır.
İşitme organı olan kulak nasıl çalışmaktadır? Havada toz zerrecikleri bulunmaktadır. Hava, uzay boşluğu gibi değildir. Bir ses üretildiğinde aslında bu ses havada bir titreşim yaratmakta bu titreşim dalgalar halinde insan orta kulağındaki orta kulak zarına çarpmaktadır. Bu ses dalgaları orta kulağı hareket ettirmekte ve orta kulak zarı mekanik olarak titreşmektedir. Hemen orta kulağın arkasına yapışmış bir şekilde duran örs, üzengi ve çekiç ismini verdiğimiz vücudun en küçük üç kemiği bu titreşimleri algılamaktadır. Aynı şekilde kulak zarıyla beraber titreşimleri birbirine aktaran bu kemikler en son olarak iç kulaktaki tüycüklere bu titreşimi intikal ettirmektedirler. İç kulaktaki tüycüklerin bu titreşimin frekansı ve amplitüdüne göre belirli oranda titreşmesi, işitme sinirinde elektriksel bir potansiyele neden olmaktadır. Kodlanmış bu elektriksel uyarı işitme merkezine ulaştırılmakta oradan da beyin ilgili merkezlerine gönderilmektedir. Bu normalde anlamsız bir ses ve anlamsız bir elektriksel uyarı zincirinden başka bir şey değildir. Bu anlamsız elektriksel uyarı zincirini insanoğlu konuşma yeteneği sayesinde anlamlandırmış, ses dalgalarından anlamlar üretmiş ve iletişimin ana yoluna ulaşmıştır. İşitme kavramasının oluşabilmesi için işitme sinirinin normal çalışması gerekir. Belirli frekans eşiğinin altında ve üstündeki sesleri insan kulağı algılayamamaktadır. Bu manada algılayamadığı sesler yoktur. O sesleri algılayabilmek için çok özel ek düzeneklere ihtiyaç duyulmaktadır.
Pencerelerin üçüncüsü koku penceresidir. Burundaki koku reseptörleri vasıtasıyla algılanan ortamdaki kimyasal uyarıcılar kodlanarak elektriksel stimulus XE “stimulus” (uyaranlar) halinde beynin koku merkezine gönderilir. Bu merkezden de ilgili beyin birimlerine bilgi dağıtılır. Dış dünyanın tamamıyla kavranabilmesi için kokusal özellikleri diğer pencerelerden gelen bilgiler ile birlikte kodlanarak anlamlandırılır. Eğer sistemde bir bozukluk var ve biyolojik yapı normal çalışmıyor, gelen bilgiyi algılayamıyor, çarpıtıyor, eksiltiyor veya artırıyorsa bilgi işleme yanlış yapılmaktadır. Buna bağlı olarak da kavrama eksik veya yanlış oluşacaktır.
Pencerelerden dördüncüsü tad penceresidir. Dış dünyadaki nesnelerin tadının nasıl olduğunu algılayabilmek için nesnelerin ağız içinde bulunan dilin üzerinde dokunarak bir iletişim içine girmesi gerekir. Bebeklik dönemimizde her şeyi ağızla kavramaya çalışan ruhsal yapımız, ağzı sadece gıda maddelerinin niteliğini algılamak için kullanmaya başlayacaktır. Bu şekilde dış nesneler yeni bir alandan daha kavranmaya çalışılarak bunlara belirli anlamlar yüklenecektir. Dil üzerinde bulunan ve her biri ayrı tad özelliklerini kavrama yeteneğine sahip olan tad reseptörleri normal çalışıyorsa tad kavraması normal olacaktır.
Pencerelerden beşincisi dokunma, vibrasyon, basınç ve titreşim penceresidir. İnsan vücudunu tepeden tırnağa sarmalamış olan bir elbisesi vardır. İğne ucu kadar bile hiçbir yeri açıkta bırakmamaktadır. Bu organın adı deridir. Derimizin her milimetresinde omuriliğimizden çıkan ince sinir tellerinin sonlandığı milyarlarca alıcı reseptörler mevcuttur. Vücudumuzun her tarafını dolduran bu milyarlarca sinir ucu, vücudumuzla dış dünya arasında temel bağlantıyı sağlayan ana bağlantı noktalarıdır. Bunlar dış dünyadan bizi haberdar eder. Elimizin ve ayağımızın yerini, vücudumuzun nerede olduğunu, dış dünyanın soğuk mu sıcak mı olduğunu, basıncın şiddetini ve derecesini, gerilim ve vibrasyonun olup olmadığını ve uyaranların ağrı yaratıp yaratmadığını derimizin üzerindeki sinir uçlarından öğreniriz. Bizi bir bütün olarak tutan, varlığımızı kuşatan ve bu manada dış dünyadaki nesnelerden ayırdımızı sağlayan esas organımız derimizdir. Derimiz kimliğin ve kişiliğin oluşmasında sınırlarımızın belirlenmesinde nesne ile ilişkilerin belirlenmesinde hayati önemi haiz organımızdır.
Bu beş pencerenin yanında iç organlarımızdan her an bize bilgi taşıyan diğer sinir yolları da mevcuttur. Beyne bilgi getiren tüm sinir yollarını sağlıklı ve normal bir durumda beyne gelen bu bilgileri değerlendirecektir. İşte bu noktada algılama dediğimiz olay gerçekleşecektir. Algı organları vasıtasıyla beyne ulaşan bilgilerin beyin tarafından orijinaline uygun bir şekilde algılanmasına normal algılama diyoruz. Birçok rahatsızlıkta bu algılama bozulmaktadır. Dış dünyanın geçerli reel bilgisinin beyne ulaşımında beyinde yorumlanmasında ve değerlendirilmesinde bir takım problemler ve hastalıklar söz konusu olursa algılama bozuk, çarpık veya hatalı olacaktır.
2. Düşünce
İnsanı hayvandan ayıran en temel özelliği düşünebilmiş olmasıdır. İnsanın var olduğunun temel kanıtının da düşünebilmesi olduğu iddia edilir. Bir insan düşünüyorsa o halde gerçekten vardır. Varlığı sanal bir kurgudan ibaret değildir. Düşünme beynin en üst entelektüel fonksiyonudur. Düşünme insana has bir özelliktir. Düşünebilmek için beynin ilgili kompartmanlarının sağlıklı ve normal çalışması gerekir. Eskilerin tefekkür veya fikir yürütme olarak isimlendirdiği düşünce olaylar arasında bağlantı kurabilme, kıyas yoluyla sonuç çıkarabilme yetisidir. Ruhsal sağlığı yerinde olan veya olmayan her birey düşünebilir. Sadece belirli ruhsal hastalıklarda düşünce tamamen dumura uğramış olabilir. Sağlıklı bir ruhsal yapı, algılamalarının normal olmasıyla düşünceyi sağlıklı bir zeminde sürdürebilir. Eğer algılama bozuk ise düşünce de ona bağlı olarak otomatik şekilde bozulacaktır. Düşüncenin normal olabilmesi için ön şart, bireyin algılamasının normal olmasıdır. Bir insan beş duyusu vasıtasıyla dış dünyadan aldığı malumatı beynine sağlıklı bir şekilde ulaştırabiliyorsa düşünce bu malzeme üzerinde çalışacaktır. Düşünce fonksiyonu normal olarak çalışıyorsa algılanan materyalin yorumlanması da sağlıklı şekilde olacaktır. Beynin bu fonksiyonu bozuk çalışıyorsa algılanan materyal düşünce vasıtasıyla çarpıtılacak hatalı sonuçlara ulaşılacaktır. Düşüncenin yavaşlığından ve süratinden bahsedebiliriz. Bu beynin biyolojik bir fonksiyonudur. Bazı hastalıklarda düşüncenin sürati yavaşlar (depresyonda olduğu gibi). Bazı hastalıklarda ise düşünce süratlenir (mani de olduğu gibi).
Düşüncenin niceliği ve niteliğinin sağlıklı olması gerekir. Bu bağlamda düşüncede nicelik ve nitelik açısından bozukluklar ortaya çıkabilir. Birçok psikotik hastalıkta düşünce aşırı derecede bozulmuştur. Bu bozulmanın bir kısmı algılamanın çarpıklaşmasıyla ilintili olduğu gibi bir kısmı da düşünce fonksiyonunun bizatihi kendisinin bozulmasıyla ilintilidir. Düşünce mantıkla birlikte yürür. Mantık medeniyetin oluşabilmesi için sebep-sonuç ilişkilerinin bir matematiksel kurgudan ibaret olduğunu gösteren anlayıştır. Düşüncenin sağlıklı olup olmadığına karar vermek için bunun mantıklı olup olmadığı açısından değerlendirme yapılır. Bireyin iddiaları mantığa uygunsa düşüncenin normal çalıştığından, mantığa uygun değilse anormal çalıştığından bahsedilebilir. Ancak bazı düşünceler vardır ki mantıksal olarak olabilirliği mümkündür. Ama bu düşünceler düşünce bozukluğunun ürünüdür. Bireyin yersiz yere eşinin kendini aldattığı iddiasında veya çevresindeki insanların kendisine zarar vereceği ili ilgili kuşkularını dile getirdiğinde olduğu gibi. Bir de öyle düşünceler vardır ki bunların mantıkla ölçülebilmesi mümkün değildir. Tamamen absürddür. Tanrılık ya da şeytanlık iddiası, karıncaların CIA’nin ajanı olduğu iddiası gibi. Düşünce algılanan materyalin bir düzen içinde, tertipli bir şekilde düzenlenip fikir yürütülmesi süreçleridir. Düşünce bozukluklarında ise çok çeşitli şekillerde bu tertibin bozulduğu, birlikteliğin oluşturulamadığı ve sürecin sürdürülemediği gözlemlenir. Bu ağır klinik tablolarda karşılaştığımız bir durumdur. Hafif klinik tablolarda ise düşünce bilişsel çarpıtmalara alet edilir. Bilinçli veya bilinç dışı bir takım süreçlerle birey kazanç elde edebilmek için düşüncesinin işlemesini çarpık bir şekilde sürdürebilir. Burada nevrotik bir düzey sözkonusudur.
3. İrade
Bebeklik döneminde bir yaşından sonra bir eylemi oluştururken bu eylemi yapmak veya yapmamak fiiliyle karşı karşıya kalmaktayız. O andan itibaren bir eylemi yapmaya ya da yapmamaya karar veren bir merci bulunmaktadır. İçimizdeki bu merci ilk ilkel irade çekirdeğimizdir. İrade bir şeyi yapmak ve yapmamak perspektifinde karar verebilme yetisidir. Bir şeyi yapmak veya yapmamanın ötesinde birçok alternatifler arasından bir şeyi tercih edebilme yetisidir. Bu yeti ilk olgunlaşmasını iki-üç yaşlarında ortaya koyar ki bu dönemde iradenin gerçek mahiyette teşekkül ettiğini iddia edemeyiz. Ancak iradenin kullanılabilir bir fonksiyon (işlem) olduğu ve kullanılabildiği birey tarafından bu dönemde algılanır veya fark edilir. Ergenlikte ise irade yetisi çok daha özgürce çok daha güçlü bir şekilde, bireysel varoluşumuzun ayrı kimliğinin oluşmasının temel bir aracıdır. Kişi irade sayesinde karara varabildiğini ve aldığı kararı uygulayabildiğini ve yönelebildiğini fark eder. Bu manada istediği eylemin yaratıcısı ya da uygulayıcısı odur. Kimse ona müdahale edemez, o artık geleceğini kendisi belirleyen, kendi kaderini oluşturan ayrı bir bireydir. İrade yetimizi ortadan kaldırdığımızda hemen hemen hiçbir özelliğimizi kullanamayız.
İrade, alternatifler arasında tercihler yapabilme ve o tercihleri uygulayabilme yetisidir. Bu yeti eğitimle güçlendirilebildiği gibi tamamen bastırılarak ortadan da kaldırılabilir. Tercih edebilme ve yönelebilme yetisi olan iradeyi güçlendirdiğimizde ve buna azim ve kararlılık duyguları eklendiğinde çok güçlü bir kimliğin temelleri atılmış olur. İrade bu bağlamda bireyin ego XE “ego” gücünün onaylamadığı içsel dürtülere karşı da durabilme yetisidir. İçsel dürtülerin onu yönetmesine izin vermeyen ve dürtüler üzerinde hâkimiyet kurabilen yapı irade gücüdür. Onayladığı ve izin verdiği dürtüler hayata geçirilirken karşı geldiği dürtüler aktifleşme imkânı bulamaz. Bu manada iradesi zayıf olan bireyler dürtü XE “dür¬tü” kontrolü zayıf olan bireylerdir. Dürtüler her zaman var olacağından bunların hangilerinin etkin kılınacağına ya da durdurulacağına karar veren yeti irade gücüdür. Bir takım ruhsal hastalıklarda bazen irade hiç kullanılamadığı gibi bazen de belirli eşik değerlerde kontrol yetisine sahip olabilmektedir.
4. Dikkat ve Konsantrasyon
Dikkat ve konstanrasyon beynimizin fonksiyonel özelliklerinden birisidir. Sağlıklı algılayabilmek, kavrayabilmek düşünebilmek ve irade edebilmek için beynimizin dikkat ve konsantrasyon XE “konsantrasyon” yeteneğinin bulunması gerekir. Biyolojik bir takım bozukluklarda bu yeteneği kullanmak mümkün olamamaktadır. Ruhsal sıkıntılar aynı şekilde dikkat ve konsantrasyon yeteneğini bozarlar. Dikkat, iradenin isteği ile düşüncenin ve kavramanın belirli bir hedefte odaklanma ve o hedefte durabilme yetisidir. Dikkat eksikliği ve konsantrasyon bozukluğu olan bireylerde bu yeti çalışmamaktadır. Bu bozukluk bazen biyolojik kaynaklı olabildiği gibi bazı durumlarda da sonradan ortaya çıkabilir. Bu durum kalıcı veya geçici olabilmektedir. Kullanılan bir ilaç veya uyuşturucun etkisiyle geçi olarak bir dikkat ve konsantrasyon bozukluğu meydana gelebildiği gibi ağır major depresyonda veya manik-atakta dikkat ve konsantrasyon bozukluğu bir süre devam eder. Alkol komasına uğramış bir bireyde veya Alzahimer hastalığında dikkat ve konsantrasyon bozukluğu kalıcı olarak devam edebilir.
5. Duygulanım
Duygulanım yaşanan her zaman diliminin kodlanmış ikinci bir dilidir. Konuşma, bilgilendirme ve düşünce o zaman dilimindeki yaşanan hadiseleri anlamlandırma çabalarıdır. Bunlar algılama ve kavramayla meydana getirilir. Ancak yaşanan her hadisenin hemen yanı başında o hadiseye eşlik eden duygusal bir ton vardır. Bireyin duygulanımının temeli biyolojik bir yapıya dayanır. Duygulanımla ilgili beyin bölgeleri ve sinirsel iletişim normal çalışıyorsa algılamaya ve düşünceye uygun duygulanım paketleri sürece eşlik eder. Yani mutlu olunması gereken durum ve şartlarda mutluluk, hüzün duyulması gereken şartlarda hüzün hissedilir. Bu manada birçok insani duygulanım şekli vardır. Mutluluk, hüzün, zevk, acı, keder, öfke, kızgınlık, sinirlilik, sıkıntı, bunaltı, iç daralması, kaygı, endişe, huzursuzluk, dingilik doygunluk, tatmin, haz, hayal kırıklığı ümitsizlik umut, vs. şeklinde birçok duygulanım şeklinden bahsedilebilir. Psikiyatrik uygulamalarda daha ziyade depresyon XE “depresyon” ile mani arasındaki keder ve sevinç spektrumu anlaşılır. Gerçek manada duygulanım ise yukarıda bahsetmiş olduğumuz tüm insan yapılarını içine alan yapıdır. Her bir duygunun duygusal spektrumundan bahsetmek mümkündür. Acının, zevkin, korkunun ve endişenin her bir olayda bir şiddet derecesi sözkonusudur. Uygun olaylara uygun duygulanım kodları eşlik ediyor ise bu sağlıklı bir kimliğin işaretidir. Bazı klinik tablolarda sürece eşlik etmeyen duygulanım bozuklukları sözkonusu olmaktadır. Manik-depresif XE “Manik-depresif” psikozda bunu görmek mümkündür. Pseudo bulber paralizinde sürece uygun olmayan gülme ve ağlama kirizlerini tespit etmek mümkündür. Bunun haricinde bir takım ruhsal bozukluklarda çok ciddi duygulanım bozuklukları ortaya çıkabilmektedir.
6. Davranış
Davranış beyin tarafından algılanan bilginin cevabını yansıtan bir görüntüdür. Beynimiz kendisine gelen bilgileri değerlendirmekte, yorumlamakta ve bir cevap oluşturmaktadır. Bu cevap kaslarımıza ulaşarak davranış dediğimiz örüntüyü meydana getirmektedir. Dıştan gözlemlenen her türlü hal ve hareketimiz davranış olarak isimlendirilir. Sürece uygun sergilenen davranışlar sağlıklı bir yapının işaretidir. Yani uygun düşünceye ve uygun duygulanıma uygun davranışlarla eşlik edebilmek sağlıklı bir beynin bulunduğunu bize göstermektedir. Bazı organik veya ruhsal kökenli beyin rahatsızlıklarında davranış bozukluklarını görmek mümkündür. Düşüncenin ve duygulanımın içeriğine uygun olmayan davranış kalıpları bireyde ciddi hastalıkların olabileceğine işaret edebilir. Bu durumda ruhsal yapının bütüncül olarak değerlendirilebilmesi için bahsi geçen tüm bu fonksiyonların birlikte ahenkli ve bir hedefe doğru çalışır olması gerekir. Davranışlarımız böyle bir bütünün ahenkli bir parçasını oluşturuyorsa bir problem sözkonusu değildir. Bu bağlamda düşünce, duygulanım ve davranış arasında yakın bir işbirliği ve birbirini etkileme potansiyeli sözkonusudur.
7. Dürtü
Dürtü, bireysel varoluşumuzun sürdürülebilmesi için yaratılışımıza uygun olarak arzulara verdiğimiz isimlerdir. Dürtüler temelde hayatta varlığımızı sürdürebilmek için gerekli ana elemanlardır. Bunların sayesinde hayat anlam kazanmakta arzu XE “arzu” ve istek dolu hayatı sürükleme ve devam ettirme hissiyle dolmaktayız. Dürtü bir yaşam enejisidir. Dürtülerin özüne indiğimizde iki ana temel dürtüden bahsetmek mümkündür. Bunlardan birincisi her türlü yaşamsal faaliyetimizi sürdürdüğümüz yaşam enejisi kaynaklı üretken dürtülerimiz; yemek, içmek, çalışmak, düşünmek, cinsellik vs. gibi. İkinci ana bölümde ise saldırganlık dürtüleri söz¬ko¬nusudur. Özellikle birincil dürtülerin ketlendiği, engellendiği veya hedefe ulaşamadığı durumlarda bu ikinci tür dürtü XE “dür¬tü” aktive olmaktadır. Engeli ortadan kaldırmak, yok etmek, tahrip etmek veya öldürmek bu dürtünün temel amacıdır. Dürtü içten gelen temel bir arzu ve istektir. Bu manada her dürtünün bir hedef nesnesi vardır. Dürtünün amacı hedef nesneye ulaşmaktır. Dürtü hedef nesneye ulaşabilme arzusuyla dolu bir enerji yüklenir, bu enerji kişinin o dürtüyü hedefine ulaştırabilme arzusuyla sürdürülür. Hedef nesnesine yaklaştıkça dürtü XE “dür¬tü” bu süreçte keyif alır, mutlu olur. Hedef nesneyi yakaladığında ve bir anahtar kilit gibi onunla iç içe geçtiğinde dürtünün hazzı doruk noktasına ulaşır ve üzerindeki yükü boşaltır. Bu keyifli bir yolculuktur. Ancak dürtü XE “dür¬tü” hedefine ulaşamazsa ve dürtünün hedefine ulaşma ihtimali zayıflarsa ya da dürtü XE “dür¬tü” hedefe doğru giderken engellenirse bu haz dolu süreç yerini gerilim dolu bir hale bırakır. Artık dürtü XE “dür¬tü” gerilimle yüklenmiştir. Bu gerilim birçok dürtüde oluşur ise bireyi patlama noktasına götürebilir. Birey bebeklik döneminde bu temel dürtülerini tatmin etmeye çalışır. Ancak sosyal bir varlık olabilmesi için dürtülerini kontrol etmeyi, toplumun uygun gördüğü yer ve zamanlarda deşarj etmeyi öğrenmesi gerekir. Bunu yapabilmesi için de beyinin değir fonksiyonların sağlıklı çalışması gerekir. Beynin diğer alanları veya ego XE “ego” fonksiyonları sağlıklı çalışmıyor ise dürtü XE “dür¬tü” kontrolsüz bir şekilde hedef nesneye doğru yönelebilir. Bu da bireye toplumsal uyumunda çok ciddi sorunlar oluşturabilir. Dürtü kontrol bozuklukları psikiyatrinin temel ilgi alanıdır. Cinsel işlev bozukluklarında kliptomani de patolojik kumar alışkanlıklarında ve borderline XE “borderline” kişilik örgütlenmelerinde dürtü XE “dür¬tü” kontrol bozukluğu tedavisi için uğraşılan en temel konudur.
8. Zekâ
Zekâ, entelektüel olaylar arasındaki bağlantıları kurma süratine verilen isimdir. Kurgulanmış mantıksal yapıda, birbirleriyle bağlantılı olabilecek mantıksal süreçleri kısa sürede kurabilme yetisi olarak da adlandırılır. Diğer ruhsal bileşenlerin normal çalıştığı bir bireyde bu bağlantı kurma sürati yüksekse zekâ seviyesinin yüksekliğinden bahsedilir. Süratli bağlantı kurma yetisi temelde biyolojik bir yapıya dayanır. Düşüncenin, kavramanın dikkat ve konsantrasyonun bir ekip ruhuyla çalıştığı süratli intikal edebilme yetisi entelektüel zekâ olarak isimlendirilir. Son dönemlerde insanoğlunun tek bir zekâ çeşidine değil birçok zekâ çeşidine sahip olduğu fark edilmiştir. Özellikle matematiksel beynin iş gördüğü toplumsal hayatımızda matematiksel bağlantı seviyesi ve derecesi zekâyla eş değerde kabul edilmiştir. Ancak görülmüştür ki matematiksel zekânın yanında ondan daha kıymetli ve değerli olan zekâ türleri de mevcuttur. Klinik çalışmalarımızda bunu çok daha net görmek mümkün olmuştur. Özellikle duygusal zekâ, karşıdaki insanların hissiyatlarını sözlü iletim olmadan algılayıp anlayabilme yetisini ifade etmektedir. Bunun yanında sosyal zekâ, uzamsal zekâ ve sanatsal zekâ gibi diğer zekâ türlerinden bahsetmek de mümkündür. Bazı organik ve ruhsal hastalıklarda zekâ seviyesi düşük olmakta ve böyle bir başlangıçla hayata başlayan bir birey kimliğini ve kişiliğini oluşturmakta çok geri planlarda kalmaktadır. Böyle bir yapı hayvanlardan bir adım önde insanlardan da bir adım geride bir yaşantıyı ve farkındalığı simgelemektedir. Üstün zekâ düzeyindeki bireylerde ise zekâ sürati çok yüksek ve kavrama kapasiteleri olağanüstüdür. Bu durum onlarda zaman zaman avantaj olabildiği gibi çoğu zaman dezavantaja dönüşmektedir. Birinci etapta zekâlarına güvenen bu bireyler tembel kalmakta, irade etmek, çalışmak, azmetmek, kararlı olmak, uzun süreli eyleme yönelmek gibi yetilerini geliştirememektedirler. Bunları başarabilen zeki bireyler ise toplumsal uyumda diğer insanlardan zekice yankılar alamadıklarından dolayı derin bir yalnızlık çekmektedirler.
9. Konuşma
Düşünmenin yanında insanı insan yapan temel özellik konuşabilmesidir. Konuşma insanoğlunun, genetik evriminin en son aşamasında ulaştığı muhteşem bir işlevsel etkinliktir. Eşyanın ve düşüncenin sesle kodlanması, bu sayede insanlar arası iletişimi mümkün kılmaktadır. Konuşma sayesinde hayvanlıktan kurtulup medeniyet kurma yeteneğine sahip olmuşuzdur. Her birey konuşma potansiyeli ile doğar. Konuşma bir yaşına gelen çocukta spontan bir şekilde aktive olur ve konuşma yetisi faaliyete geçer. Böylece birey bir dil öğrenir. Herkesin bir ana dili vardır. Anadil, eşyayı ses simgeleriyle kodlama dilidir. Konuşma düşünce, mantık ve matematikle çok yakından ilintilidir. Konuşmanın kendi içerisinde mantıksal bir kurgusu vardır. Sesin eşyayı etiketleme özelliğinde insanlık tarihinin kodlanmış yapısını bulmak mümkündür. Konuşma düşünülen şeyin algılanan yapının sese dönüştürülmesidir. Bu süreçlerde herhangi bir problem yoksa sağlıklı bir bireyden bahsetmek mümkündür. Ancak birçok organik ve ruhsal beyin hastalıklarında ilk bozulan fonksiyonlardan birisi konuşmadır. Konuşma rahatsızlığın bir indikatörü gibidir. Konuşmanın sürati yavaş veya hızlı olabilir. Konuşmada, kelimelerin ardı ardına bir şekilde birbirine eklenerek cümle kurulması, cümlenin anlamlı bir cümle olması, önündeki ve ardındaki cümleyle anlam bütünlüğü içermesi ve bir hedefe yönelmesi gerekir. Bu, konuşmanın şekil açısından irdelenmesidir. Cümle yapısının düzgünlüğü, öncül ve ardıl cümlelerle bağlantısı ve bir hedefe yönelebilmesi konuşmanın nicel olarak sağlıklı olduğunu gösterir. Ancak konuşmanın içeriğinin düşünceye, duygulanıma ve davranışa da uygun olması gerekir. Mantıksız duygulanıma ters ve davranışla çelişkili konuşma tarzı hastalıklı bir yapının işaretidir. Çok çeşitli hastalıklı konuşma şekilleri olabilir. Absürd konuşma, anlamsız konuşma, yandan konuşma, kelime salatası, dil uydurma, simgesel konuşma ve kafiyeli konuşma, konuşma bozukluklarından birkaçıdır.
10. Bilinç
Yukarıda bahsetmiş olduğumuz tüm ruhsal bileşenlerin sağlıklı çalışması durumunda kişinin ulaşacağı nokta bilinç halidir. Yani farkındalığı fark etme halidir. Bu beynimizin özellikle pre-frontal korteks XE “korteks” dediğimiz ön beyin kabuğunun işlevidir. Ön beyin kabuğunda milyarlarca data ruhsal bileşenlerle birleştirilerek bunlara bir anlam bütünlüğü kazandırılmakta ve kişi bilinçliliğini fark etmektedir. Bir nevi yukarıdaki ruhsal bileşenlerin koordinasyonu sonucunda ulaşılan sinerjist üst bir etki halidir. Ruhsal bileşenlerin her birini birer notaya benzetirsek bunların ardı ardına bir şekilde bir enstrümanla seslendirilmesi anlamlı bir besteyi ortaya çıkarmaktadır. İşte buna bilinç demek mümkündür. Bilinç, ne bunların toplamından ibarettir ne de onlardan ayrı bir şeydir. Bu yapıların entegrasyonunun tamamen bozulduğu durumlarda koma halinden yani bilinçsizlikten bahsedilebilir. Kısmen bozulduğu durumlarda ise yarı koma yada yarı bilinçli halden söz edilebilir.
11. Hafıza
Yukarıdaki ruhsal bileşenlerin sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi için dış dünyadan alınan tüm materyalin bir yerde depolanıp saklanması gerekir. Daha sonra da saklanan yerden geri çağrılıp uygun bir şekilde kullanılması gerekir. Bu, beynimizin hafıza bileşeninin özelliğidir. Bir bireyin algıladığı ve kavradıklarını beyindeki hafıza kayıtlarında tutabilme yeteneği var ise sistemi çalıştırmak mümkün olabilmektedir. Bazı bireyler biyolojik yapılarına uygun olarak doğuştan getirdikleri materyalle hafızaya daha süratli kaydedebilme ve hafıza kayıtlarından da daha süratli bir şekilde geri çağırım yapabilme yetisine sahiptirler. Bazı bireylerde ise hafızaya kaydedebilme ve geri çağırabilme yetisi zekâda olduğu gibi daha zayıftır. İnsanlarda birçok hafıza şeklinden bahsedilebilir. Bu bir türlü yaşanan bir olayın belirli şekillerde hafıza kayıtlarında depo edilmesi anlamındadır.
Beynimizin sağ ve sol yarım küreleri farklı fonksiyonlar yürütmektedir. Sağ beynimiz daha çok romantik, duygusal, sanatsal ve görsel alanlarla ilgili iken sol beynimiz mantık, matematik ve dil gibi alanlarla ilgilidir. Dolayısıyla bir olayı yaşarken sağ ve sol beynimiz kendi açılarından olaya yaklaşmaktadırlar. Bu durumda bu olayın hafıza kaydı tutulması durumunda sağ beyin daha çok görsel materyale bağlı bir hafıza kaydı tutarken sol beyin matematiksel, mantıksal veya dile bağlı yani simgesel hafıza kaydı tutmaktadır. Hafıza kayıtlarından geri çağırım ise ya görsel bellek vasıtasıyla ya da sol beyin vasıtasıyla olabilmektedir. Bu nedenle bireylerin çalışmalarında hafızalarını güçlendirebilmek için hâkim olan beyin yapısına göre yönlendirilmesi daha uygundur. Sol beyin hâkimiyeti olan bireylerde daha çok yazıya, mantığa veya rakamlara dayalı bir hafıza kaydı sistemi çalıştırılmalıdır. Sağ beynin hâkim olduğu bireylerde ise görsel materyalin, işitsel materyalin, kokusal materyalin, duygusal materyalin ve tatsal materyalin işlendiği bir hafıza türü ile çalışmalar sürdürülmelidir. Sağ tarafta his ve duygu ön planda iken sol tarafta mantık ön plandadır. Sağ beyinde simgelerle donatılmış insani özümüz mevcutken sol beynimizde simgeleştirilmiş duygularımızın medeni yapısı mevcuttur. Bazı bireylerde doğuştan ve sonradan hafıza kayıtlarında bozukluklar meydana gelmektedir. Bireyin hafıza kaydı ortadan kaldırıldığında dünyası yıkılmakta ve hafıza kaydı yok olmaktadır. Nevrotik-travmatik amnezilerde birey bir anda hafıza kayıtlarına ulaşma yetisini kaybetmekte geçmişi olmayan kimliksiz bir varlık olarak ortada kalmaktadır. Kim olduğunu, ne olduğunu bilememektedir. Travmaya bağlı bir şekilde geçici olarak meydana gelen bu hafıza kayıpları hipnotik trans XE “hipnotik trans” çalışmalarıyla ve diğer bir takım yöntemlerle ulaşılabilir hale getirilmektedir. Alzahimer hastalığında ise beynin korteks XE “korteks” bölgesinin organik tahribatı sonucunda hafıza kayıtları tamamen ortadan kalkmakta ve hafıza kayıtlarına ulaşmak mümkün olmamaktadır. Klinik tablonun şiddet derecesine göre de hatırlananlarla hatırlanmayanlar belirli düzeyde ortaya çıkmaktadır.
12. İçgörü
İçgörü, farkındalık düzeyini artırmış bir bireyin kendisi ile ilgili bir takım bilgilere ulaşabilme yetisidir. Her bireyin içerisinde kendisini etkileyen pozitif ve negatif güçler XE “negatif güçler” vardır. Çoğu zaman iç dünyamızda kendimize veya egomuza ters gelen bir takım istek, arzu XE “arzu” , dürtü XE “dür¬tü” ve yönelimleri görmezlikten geliriz. Bir nevi kendi kendimizi kandırırız. İşte içgörü, bu durumların farkında olabilme yetisidir. Kendisini etkileyen güçlerin etkilerini görebilen, normalle anormali ayrıştırabilen ve doğru ile yanlışı fark edebilen bir kavrayıştır.
Yukarıda bahsetmiş olduğumuz bileşenlerin sağlıklı olduğu bir beyin yapısında bir kimliğin inşa harekâtı başlayacaktır. Yukarıdaki malzemeler kurulacak olan kimliğin temel yapı taşlarıdır. Bu yapı taşlarının sağlam olduğu kabul edildiğinde bu biyolojik yapının üstüne sanal bir yapı yüklenecektir. Bu çalışmamızda bu sanal programın bir bireye adım adım nasıl yüklendiğini, nasıl yüklenmesi gerektiğini, nerelerde hatalar yapılabileceğini ve bu hataların ne tür sonuçlar doğurabileceğini göstermeye çalışacağız. Bu çerçevede bir kimlik ve kişiliğin içinde, birbirinden tamamen ayrı, birbiriyle tezat teşkil eden birçok yapının oluştuğunu öğreneceğiz ve gözlemleyeceğiz. Bu yapılardan bir kısmı kişiyi rahatsız eden, onu sıkıntıya sokan ve bunaltı yaratan yapılardır. Bu yapılar, kişinin kimliğinin içine sinerek onun ruhuyla içi içe geçmiş ve kişiliğiyle bütünleşmiş yapılardır. Kaplumbağanın, sırtındaki kabuğundan kaçmak için koşması ve kaçması ne kadar abes ise bir bireyin içindeki bunaltı ve sıkıntıdan kaçması da o kadar abestir. Bunaltı ve sıkıntıyı halledebilmesi için farkındalığının artması gerekir. Aksi takdirde kaplumbağanın yaptığı şeyin aynısını yapar, yani hastalığını her yere taşır. Kendi kimlik ve kişilik özellikleri gibi hastalıklı öğeleri de savunur. İçgörü, bireyin ruhuna sinmiş, kimliğini işgal etmiş ve onun bir parçasıymış gibi görünen hastalıklı veya bozuk öğeleri fark etme yetisidir. Kişi öncelikle kendi içinde kendini işgal eden, kendine zarar veren bu kimlik parçalarının ayrımına varmalı kendi bireysel sağlıklı yapısını bu hastalıklı öğelerden ayrıştırmalıdır. Bu yeti ancak içgörü sayesinde mümkün olabilir. Ruhsal tedavilerimizin ana dayanaklarından birisi kişinin bu yetisine sığınmak ve bunu güçlendirmektir. Bu yeti sayesinde sağlıklı kişilik parçaları ile hastalıklı kişilik örüntüsü birbirinden ayrılır ve kişinin hedefi hastalıklı kimlik öğelerini ortadan kaldırmaya yönelir. Bu da tedavinin temel basamağıdır.

Kaynak: www.psikoterapi.com